MEHMET AKSEL'DEN

Marka olmak

14.10.2021

İstanbul’dan uzak olduğumda hem zamansızlıktan, hem de kafamı toparlayamadığımdan yazmak çok zor oluyor benim için.

İki haftadır yazamamamın nedeni de bu, özür dilerim.

 

Sanırım işlerim konusunda yılbaşına kadar güzel ama yorucu bir tempo içinde olacağım.

Yoğun geçeceğinden emin olduğum iş trafiğimden önce, geçtiğimiz bu iki hafta tam bir keyif haftası oldu, hem karım hem de benim için.

Teri ve ben her sene (sadece Covid-19 zamanı yapılamadı) İtalya’nın Parma kentinde düzenlenen Mercanteinfiera’yı ziyaret etmeye çalışırız. 

Bizim için çoğu zaman öğretici ve fikir verici olan, bazen beğendiğimiz eşyalar aldığımız ama daha çok karı-koca baş başa iki üç gün geçirebildiğimiz tatlı bir okazyondur bu fuar.

İple çekeriz her gelişini. Daha döndüğümüz gün bir sonrakinin tarihine bakar, fuar ve uçak biletlerimizi, otel rezervasyonumuzu, hatta kiralık otomobilimizi bile önceden ayarlar ve bir sonraki fuarı bekler hale geliriz. 

Özetle dörde ayırabilirim fuarı. Zaten genelde dört büyük, bazen sığmadığında ise beş ya da altı büyük salona yayılan bir organizasyon. 

İlk salonda (2 numaralı salon) klasik ve retro otomobiller, motorsikletler, scooterlar (İtalyan markalar ağırlıklı), bunların kullanılmış ya da sıfır parçaları, aksesuarları, kullanım kılavuzları ve meraklılarına bu hobiyi destekleyen kıyafetler, aksesuarlar ve eşyalar bulunur.

Boyut olarak küçük olsa da Almanya’daki Techno-Classica Essen ya da Fransa’daki Paris Rétromobile gibi koleksiyoncular, kullanıcılar ve onarıcılar tarafından ziyaretçi akınına uğrayan bir salondur bu.

İkinci (3 numaralı salon) salonda ise sizi klasik mobilyalar karşılar.

Artık ‘İsa’nın doğumundan başlar’ diyebileceğim genişlikte bir zaman dilimine yayılmış mobilyalar, resimler, heykeller, dini objeler ve aksesuarlardan başlayıp, bahçe eşyalarına (çeşme, çardak, bank, vb.) mutfak malzemelerinden, basit süs eşyalarına kadar her türlü aradığınızı, hatta aramadığınızı bulabileceğiniz bir hangar.

Üçüncü (5 numaralı salon) salon ise aşkım.

1900’lere yayılmış bir zaman diliminde (art deco, art nouveau, 50, 60, 70, 80’ler ve daha da fazlası) mobilyalar, aydınlatma aksesuarları, resimler, heykeller, mutfak-sofra eşyaları ve nicesi.

İkinci salonda sergilenen her şeyin tarih ve zevk olarak bana daha yakını diye özetleyebilirim üçüncü salonu.

Bir de dördüncü (6 numaralı salon) salon var ki işte sadece burası bütün bir yazıya konu olur. (Hepsi olur da bu başka bi olur.)

Klasik ve retro mücevherler, saatler, kıyafet ve kişisel eşyalar.

İki tam gün geçirdik ve 14’er kilometre yürümüşüz gün başına Teri ile.

Bu fuarın içinde bir hoşluk daha var ki anlatmadan geçemeyeceğim.

Her salonda soluklanmak için tabii ki çok basit yiyecek-içecek büfeleri ve dondurmacılar olsa da, ana giriş binasının (3 numaralı salon) holünün solunda kalan büyük alanda her sefer aynı firma tarafından işletilen bir yiyecek-içecek alanı var ki, tanıdığım ya da tanımadığım herkesin en azından bir kez yolunun düşmesini dilerim bu hayatta.

Devasa bir sergi büfesi, ağırlıklı şarküteri etleri, peynirleri, şarap ve harika ekmekler diye özetleyebileceğim bir reyon.

Genellikle iki farklı sıra olur başında.

Sağdaki sıra sadece alışveriş yapıp gidecekler için, günün her saati, salonun bir ucundan diğerine uzun bir kuyruk olarak vardır ve neredeyse hiç kısalmaz.

İkinci sıra ise öyle böyle değil en az yüz kişilik bir kuyruk olan al-ye sırası ki, öğlen saatleri durum Allah Allah.

‘Parma Jambonu‘ndan ‘Parmesan Peyniri’ne, diğer İtalyan peynirlerinden sosislerine, harika İtalyan şaraplarından ekmek, tatlı, dondurma ve kahvelerine, ziyaretçiler ya da katılımcıların keyif ve lezzet noktası.

Genelde karımla Milano ya da Bolonya’ya uçup otomobil kiralayarak gidiyoruz Parma’ya. Milano’dan yaklaşık 175, Bolonya’dan ise 100 kilometre.

Bolonya’ya uçak seçeneği daha kısıtlı olduğundan Milano’yu tercih ediyoruz sıklıkla. Fırsat bulursak da Milano’da yaşayan kuzenler ya da Lugano’da yaşayan bir canımız arkadaşımız ile buluşmak da ayrı keyif.

İki evvelki paragrafta parma jambonu ve parmesan peynirini özellikle kalın ve özellikle büyük harfle yazdım.

Okudunuz mu bilmem, 14 Ocak 2021 tarihli Türk mutfağı dünyada başarı yakalayabilir mi? başlıklı yazımda (çok küfür yemiştim) ‘her yörenin ismi bir malzemeye yapıştırılmış durumda’ demiştim.

Anlatamam size İtalya’da hissettiğim markalaşmayı.

Gittiğimiz şehrin ismi dünyanın (İtalya’nın değil) en meşhur bir peyniri ve bir de jambonuna ismini vermiş.

Milano hava alanına bir indik, buram buram ‘modanın başkenti’ hissi.

Otoyola çıktık trafik levhaları reklam tabelası mübarek. Sola dönsen Monza, sağa dönsen Torino, ileri gitsen İmola, otomobil dünyasının cennetindesin.

Gastronomi destinasyonları mı istersiniz, tarihi destinasyonlar mı? İş, fuar, tarım, üretim mi istersiniz, hobi, spor, sanat, güneş, deniz mi? Her şehir, her kasaba, her yöre bir dünya markası.

Sizi duyuyorum, bizde de böyle.

Evet öyle, ama ne yazık ki BÖYLE değil. Keşke olsa.

Marka olmanın önemini iliklerinizde hissediyorsunuz.

Lizbon’dan komşumuz ve sevdiğimiz arkadaşlarımız karı koca Catarina ve Pedro da bize katılınca dördümüz tatlı bir hafta sonu geçirmiş olduk birlikte.

Parma’da iki gece üç gün kaldık. Fuar da tıklım tıklımdı, Parma sokakları da. Teri ile her gittiğimizde farklı otellerinde kalıyor, güzel ve cıvıl cıvıl sokaklarında geziyor, değişik restoranlarını deniyoruz Parma’nın. Her daim gittiğimiz ise tek bir restoran var,  Gallo d’Oro. Basit bir İtalyan restoranı ama onu çok seviyoruz ve hiç pas geçmiyoruz. Bize İtalya’da olduğumuzu hissettiriyor.

Dönüşte de, biraz evvel bahsettiğim canımız arkadaşımız Muriel ile (hava alanına daha rahat gideriz diye) Lugano yerine Como’da buluşunca, iki günlük fuar pastamızın üzerine çileğimizi de kondurmuş olduk.

Geldik tekrar Lizbon’a; Lizbon’daki hayatımızın gündelik işleri, İstanbul MSA, MSA’nın Restoranı, bu hafta İstanbul’da olan Formula 1’in cateringi, Moskova MSA derken iki hafta evvel hiç yoktan var olan ve birden bire içimizi ısıtan bir konuda aniden Barselona’ya gitmem gerekti.

Bir günlüğüne gitsem bile binaları, heykelleri, resimleri ve tapasları ile güzel bir ziyafet çekeceğimi düşünürken, kendimi apayrı bir ziyafetin içinde buldum bu defa yine bu etkileyici şehirde.

Kendini “Ben bir ressam (hayranı olduğum heykelleri de var), bir seyyah ve bir atmosfer kreatörüyüm” diyerek tarifleyen, dünyanın önemli tasarımcılarından biri olduğunu düşündüğüm  Lázaro Rosa-Violán ile buluşmak ve onu önemli ve devamlılığı olacak bir proje için İstanbul’a davet etmekti Barselona’ya gidiş sebebim.

Sabah 07:50 Portekiz Havayolları (TAP) ile Barselona’ya uçtum (Gözünü sevdiğimin THY’si).

Sinyalizasyonu karman çorman (sanırım tadilat vardı) Barselona havaalanından zor bela çıkıp kendimi taksiye atmamla birlikte 11:30 randevuma bir dakika gecikmeyle vardım.

Bakın ben detaylarda boğulan ve çok zor beğenen biriyimdir. Bana bir şeyi ya da bir yeri beğendirmek ‘deveye hendek atlatmak gibi‘dir desem belki de az söylemiş olurum. Bilgi, zevk ve emek harcanmış her şeye saygı duyarım ama yine de bunlar gördüğüm şeyi beğendiğim anlamına gelmez.

Ben hayatımda böyle bir ofis, böyle bir çalışma ortamı görmedim.

Ronda da Sant Pere üzerinde, üç dört katlı bir bina. Basit, şık, lacivert ahşap bir kapıdan girdim ve kendimi Alice Harikalar Diyarında hissettim o anda.

Binanın içi, mobilyalar, dev heykeller, resimler, aydınlatmalar, detaylar. Burnundan kıl aldırmayan ben, burnumdan nefes alamıyordum zevkten.

Sanırım 50-60 kişi çalışıyor. Herkes beşer onar kişilik guruplar halinde ilgilendikleri konu ile ilgili harika dekore salonlarda çalışıyor. Alt katta eski konak mutfaklarını andıran bir yemekhane ve yine alt katta malzeme seçmek ya da eşleştirmek için akılalmaz büyüklük ve çeşitlilikte bir ürün sergi salonu.

Toplantı odalarını, o odalardaki kütüphaneleri, bulunduğunuz ya da geçtiğiniz her alanda resim ve heykelleri, mobilyaları, avizeleri, detayları anlatamam, anlatamam, anlatamam.

Toplantımız sonrası öğlen yemeğimi bir Barselona klasiği Cervecería Catalana’da birbirinden harika tapaslar deneyerek (MSA’nın Restoranı için güzel fikirler ürettim) ve tüm öğleden sonramı da Lázaro’nun Barselona’da nispeten yeni bitirdiği yapıtları onun yönlendirmesi doğrultusunda gezerek (birbirlerine uzak olmadıklarından yürüyerek) geçirdim.

Yine yolumun üstündeki bir adreste olan ve sadece Lázaro’nun resim ve heykellerinden oluşan galeride ağzımın suları akarak da turumu tamamladım.

Akşamüstü bir kahve içmek için tekrar Lázaro ile buluşup yaptığımız değerlendirmenin ardından haftaya İstanbul’da buluşmak üzere el sıkıştık ve ayrıldık.

Son iki hafta gerek İtalya gerekse İspanya seyahatlerimden gördüm ki (ve tabii ki Lizbon’daki hayatımızdan) iki seneye yakın insanların üzerine çöken şu Covid bulutu baya bir dağılmış. İnsanlar nispeten rahatlamış.

Bu yazıyı bir sonuca bağlamak ya da sonunda bir ders çıkartmak için yazmadım.

Sadece başımdan geçen iki güzel seyahati sizinle paylaşmak istedim.

İlle de zorlarsak söyleyeceğim şudur ki ne şehirler ne ürünler, ne de insanlar, ne de başka bir şey, hiçbir şey boşuna marka olmuyor.

Kulağa küpe:

Türkiye’deki restoranlarda serviste çalışan arkadaşlarımın kulağına bir küpe olsun, aslında hepimizin kulağına küpe olmalı.

Parma’da Gallo d’Oro’da yemek yedik demiştim. Bize Elena adında 22-23 yaşlarında genç bir hanım servis yaptı. Yardımından, gülümsemesinden o kadar memnun kaldık ki biraz sohbet ettik.

 – Psikoloji okumuş, gündüzleri bir klinikte stajını yapıyor.

 – Akşam Gallo d’Oro’da çalışıyor ve evinin kirasını çıkartıyor.

 – Çalışmadığı bir tek gün de dinlenmiyor, çocuk bakıyor.

“İleride çok iyi bir doktor olacağım, şimdi çok çalışmalıyım“a benzer bir cümle kurdu da oradan aklıma yer etmiş.